İnsanlığın gördüğü en kanlı savaşlar olan, I. ve II. Dünya Savaş’ı da dahil olmak üzere tüm savaşlar ekonomik gerekçelere dayalıdır sadece din, siyaset, milliyet ve demokrasi gibi çeşitli kisvelere büründürülerek kamuoyunun desteğini almak amaçlanmıştır. Günümüzde ise sürekli devam eden ve hiçbir zamanda bitmeyecek olan en vahşi, kazanılması en önemli savaş, bu sefer en çıplak haliyle yine ekonomi alanında verilen savaştır ve bütün ülkeler güç ve büyüklüğe bakılmaksızın bu savaşın taraflarındandır. Türkiye olarak, hiç bitmeyecek olan bu bayrak yarışında kalıcı olarak üst sıralara yükselmemizin en etkili yolu ise ihracatımızın arttırılmasından geçmektedir.
Ülkemde imalatını yaptığımız ürünlerin ihracatını yapmaya başladıktan sonra, yüksek öğretimde hocalarımızın sıkça bahsettiği ‘Sıfır Toplamlı Oyun’ teorisinin dünya ticaretinde hala geçerliliğini koruduğunu canlı olarak gözlemleme şansı buldum. Bu bağlamda özel nitelikli yüksek teknoloji ürün imalatı haricinde dünya üzerinde üretilen tüm ürünlerin aslında kendi özelinde birer pasta olduğunu ve tüm imalatçıların o pastadan satışları boyutunda birer dilim aldığını gördüm. Dolayısıyla siz pasta diliminizi büyütürken aslında başka ülkelerin dilimini küçültüyorsunuz işte bu yüzden tüketimin sürekli artması gerekiyor yani pastanın büyümesi gerekiyor ki siz satışınızı arttırırken başkasının satışını düşürmeyin. Pastanın reel olarak sürekli büyümesi de mümkün olmadığından aslında yaptığınız ihracatın eski çağlarda rakip ülke toprağını fethetmekten çok da farklı olmadığını anlıyorsunuz. Özellikle Türkiye olarak ürettiğimiz ürünlerin neredeyse hepsinde bu kural geçerli. Bu yüzden, tüm ülkeleri düşman olarak görmesek de hepsi ile rakip olduğumuz gerçeğini göz önünde bulundurarak aslında ülkemiz için ihracat yapmanın toptan, tüfekten bile daha etkili bir silah olduğunu fark edebilirsiniz. Aslına bakarsanız kuralına göre oynandığında oyun gayet adil, ama tabi ki adına oyun desek bile savaşlar asla adil olmuyor.
Bu yolda ülke olarak en büyük zafiyetimizin sermaye birikimi olduğunu düşünüyorum, sermaye birikimini sağlamak veya mevcut gezici sermayeyi bir yere çekmek hem zor hem de çok fazla siyasi engel barındırıyor. En önemlisi her şeyi doğru yapsanız bile adı üstünde ‘birikim’ zaman gerektiriyor. Bu açıdan bakıldığında her zaman olduğu gibi ülkemizin yükselişi gençlerimize bağlı çünkü zaman gençlikte. Ülkemizin ihracat temelli ekonomik kalkınmasının neferleri olacak bu kişiler için stratejilerini belirlerken dikkate almaları gerektiğini düşündüğüm iki olgudan bahsetmek istiyorum. İlki, bana göre hak ettiği değeri görmemiş bir dahi olan Ayn Rand’ın kurucusu olduğu ‘Objektivizm’ ekolü, ikincisi ise modern ekonominin babası olarak anılan Adam Smith’in iş bölümü ve özellikle uzmanlaşma üzerine görüşleridir. Yaptığım iş dolayısı ile, her iki düşünürün de görüşlerinin hala geçerli olduğunu gözlemleme fırsatına sahip olmanın, büyük bir şans olduğunu düşünüyorum.
Objektivizme göre insan, kahraman bir varlıktır ve ahlaki temeller ışığında kendi mutluluğunu hayatının amacı, üretken başarıyı en asil faaliyet ve aklı ise tek mutlak olarak görmelidir. Ekonomik olarak ise toplumun yüksek refah seviyesine ulaşmasının iki sac ayağı olduğu düşüncesi hakimdir, mülkiyet hakkı ve bireysel özgürlükler. ABD’nin üzerine kurulu olduğu temellere ne kadar benziyor değil mi? Bu bağlamda Ayn Rand’ın Rus asıllı olduğunu ve Bolşevik Rusya’sından ABD’ ye göç ettiğini de not etmekte fayda görüyorum. Objektivizmin ekonomiye bakışını daha yakından incelersek, temelde meşhur ‘Laissez Faire/Bırakınız Yapsınlar’ şiarına dayanır. Bu bakış açısında en önemli olgular, devletin ekonomik hayata minimum düzeyde, mümkünse hiç müdahale etmemesi ve aynı vahşi doğada olduğu gibi ticarette de rekabetin en üst seviyede tutulmasıdır. Bizim de ülkemizin dinamiklerini göz önünde bulundurmak şartı ile ihracat gelirimizi istediğimiz düzeye çıkartmamızın yegâne yolu budur. Tabi ülke olarak siyasi coğrafyamızın ve sosyolojik yapımızın, kaçınılmaz devlet müdahalesi gerektirdiğini de unutmamak gerekir ancak bunun güç devşirmek ya da sopa olarak kullanımının önüne geçilmesi gerekir. Bu bağlamda biz, üreticiler olarak ‘bırakın yaparız’.
Türkiye için iş bölümü ve uzmanlaşma, doğru zamanda denemeleri yapılmış, meyveleri kısıtlı olsa da alınmış ancak günümüzde neredeyse sıfır çıktısı olan bir sisteme dönüşmüş, Türkiye’nin kalkınmak istiyorsa başarılı şekilde hayata geçirmekte mecbur olduğu bir toplum planlamasıdır. Çokça eleştiriye konu olmuş bu yaklaşıma karşı çıkanların ana yanılgısı, onun sayesinde elindeki cep telefonuna ya da bir milyon km yol yapabilen teknolojik bir otomobile sahip olduklarının bilincinde olmamalarıdır. Çünkü iş bölümü ve uzmanlaşmayı sadece sistemde ‘en vasıfsız işi yapan işçiler’ üzerinden okur ve yorumlarlar. Halbuki başta mühendislik dalları olmak üzere tıp, sosyal bilimler, finans gibi toplumun ‘vasıf’ atfettiği alanlarda çalışan kesimlerinde dahi uzmanlaşma, üst insan yetiştirmenin altın kuralıdır. İş bölümü ve uzmanlaşmanın olmadığı toplumlarda teknoloji devleri, tanınmış profesörler, buluşlar, fikirler, dünya çapında sanatçılar ve eserler çıkamaz. Ancak vasatın övüldüğü ve yeteneklinin sömürüldüğü kolektivist toplumlarda uzmanlaşma karşıtı olunabilir. Oysaki uzmanlaşma toplumun en alt seviye gördüğü işi bile yapsanız, size o işte parlama ve değer görme imkanını sunar. Bizim yapmamız gereken bu kavramların içini doldurarak çalıştırmamızdır, şu anda olduğu gibi iş bölümü adı altında bütün işi bir kişiye yaptırıp, o kişinin dinozorlaşmış amirlerini imza memurluğu statüsünden çıkartmamız yararımıza olacaktır. Uzmanlaşma yolunda açtığımız teknik liseleri, başka alternatif kalmadığı için tercih edilen yerler olmaktan kurtararak hak eden, geleceği için çabalayan, bilinç seviyesi ve potansiyeli yüksek gençlerimizle doldurmamız gerekmektedir.
Biz imalatçılar olarak, uzmanlaşamamış mühendislere, CNC operatörlerinden daha düşük ücret vererek zaten üzerimize düşen görevi zorunlu olarak yapıyoruz çünkü piyasa kendi kendini düzeltmeye her zaman yetkindir. İnsanımızın bu bilinç seviyesine er ya da geç geleceği aşikâr ancak bizim gibi hıza ihtiyaç duyan toplumlarda, devletin ve planlayıcıların asli görevi toplumu yönlendirerek bu zaman kaybına mâni olmak değil midir?
Sonuçta, genç bir imalatçı olarak toplumumuzun ekonomik refaha ulaşması uğruna çabalayan herkes için, fikri dünyalarını etkilemek ve üzerlerinde düşündürücü etki yaratması adına giriş seviyesinde ekonomik ve sosyolojik bir yazı yazarak etkileşimde bulunmak istedim. Her geçen gün, dün olduğundan daha iyi biri olmaya özen gösteren herkese esenlikler dilerim.